11-SİYASETİN SARKACI POLİTİKA

ZEYNEP ATİKKAN: AVRUPA SİYASETİ DAHA KARMAŞIK VE DAĞINIK BİR NOKTAYA GİDİYOR

Avrupa sağı kaç parçalı? Aralarındaki farklar neler? 

Avrupa merkez solunun krizi üzerinde çok konuşuldu ve bu konuda zengin bir akademik yayın ortaya çıktı. Oysa 80’lerden itibaren merkez sağ ciddi bir türbülansın içine girmişti. 90’lardan itibaren popülist aşırı sağ partilerin kaydettiği siyasi başarı merkez sağdaki sıkıntıları ortaya saçtı. 

Peki ne oluyordu? Aslında 80’ler bir dönüm noktası. Bu süreçte Avrupa ülkelerinde sanayi sonrası kapitalizmin neden olduğu bir savrulma yaşanıyordu. Bu arada Asya’nın dünya rekabetindeki gücü hissedilmeye başladı. Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrasında yakaladığı otuz yıllık muhteşem kalkınma hamlesi tekliyordu. Avrupalının üstünlüğünü kaybetme endişesi ciddi travmalara neden oluyordu. Avrupa’nın yaşlanan nüfusu da sorunları şiddetlendiriyordu.  

Bu dönemde gücünü Reagan Amerikası’ndan alan şiddetli bir Thatcherizm rüzgarı esmeye başladı. Bu, kabaca ifade edildiği gibi sadece gözü dönmüş bir özelleştirme ve sendikasızlaştırma furyası değildi. 80’lerden itibaren siyaset pazarına kültür odaklı siyaset, ‘’toplum yoktur aile vardır’’  gibi kavramlar saçılmaya başladı. Diğer taraftan kültürlerin çatışmasını meşru kılacak gelişmeler oluyordu. Göçmen meselesi ilk defa kültürel farklılık olarak telaffuz edildi. Yeni sağın ideologları ırkçılığı kamufle eden ‘’kültürler eşittir ancak aynı değildir’’ temasını tedavüle sürdüler. 

İngiltere’nin neo-liberal rüzgarları Manş Denizini geçip Fransa’ya ulaştığında Fransız sağı yeni zamanlara uyum sağlamanının yolunu de Gaulle vesayetinden kurtulmakta buldu. Fransa’da geleneksel sağdan yeni sağa çark etmeye çalışan siyasetin ağır toplarından Jacques Chirac bunun mimarlığına soyundu. Chirac, Fransa’yı neoliberalizm kervanına katan merkez sağın lideri olarak tarihe geçmek istiyordu. Bu, büyük çapta Amerika ile eskiye göre daha yakın işbirliği ve Batı’nın kültürel kimliğine sarılma ve bunu korumak için daha fazla otorite arayışı idi.  

Avrupa sağındaki devinim İtalya’da Mussolini’nin bile daha ılımlı bir yorumuna pencere açtı. Bu arada merkez sağın Hırıstiyan Demokrat cephesinde de sıkıntılar başladı. 19. Yüzyıl’da seküler devlete karşı Katoliklerin haklarını korumak için kurulan Hırıstiyan Demokrat partilerin II. Dünya Savaşı sonrasında yıldızı parlamıştı. Faşist sağın karşında totaliter olmayan sağı temsil etme iddiasındaki Hırıstiyan Demokratlar savaş sonrası Avrupa’nın siyasi inşaasında aktif bir rol oynadılar. Avrupa Birliği projesinin mimarisinde Hırıstiyan Demokrat siyasetçilerin rolü yadsınamaz. Bu arada komünizme karşı Avrupa sağının en güvenilir adresi Hırıstiyan Demokrat Partilerdi. Günümüzde Hırıstiyan Demokratlar hangi çizgide siyaset yapıyorlar? Ne de olsa komünizm tehdidi ortadan kalktı. Avrupa toplumları daha sekülerleşti. Bu arada neo-liberal ekonominin neden olduğu sorunlar, işsizlik, refah devletinin zorlanması Hırıstiyan Demokrat partilerin boyunu aştı. Siyaset biliminin bugün ‘’Hırıstiyan Demokrasi çıkmazda mı’’ sorusuna yanıt araması rastlantı değil. Hırıstiyan Demokrat partinin en güçlü olduğu Almanya’da bile Angela Merkel Sosyal Demokratlarla girdiği koalisyonla iktidarda kalabiliyor. Ve şirket yöneten bir CEO görünümündeki Merkel merkezi Merkelleştirmeye çalışyor. Kısaca geleneksel Hırıstiyan Demokrat politikalar bugünün sorunlarına yanıt vermekte yetersizler. 

90’lardan itibaren şiddeti artan merkez sağdaki savrulma İtalya ve Fransa’da, Berlusconi ve Sarkozy gibi popülist liderlerin yolunu açtı. Bu liderler merkez sağın dümenini ele geçirdiklerinde yeni zamanların sorunlarına hiçbir çözüm üretmediler. Ancak güvenlik meselesini ana gündem maddesi olarak sunup halka daha fazla otorite pazarladılar. 

Esas önemli gelişme aşırı sağda ortaya çıktı. Merkez debelenirken 90’lardan itibaren aşırı sağ partiler Avrupa’da siyaset sahnesinin merkezine yanaştılar. Bu partilerin pıtrak gibi sahneye çıkışı adeta bir siyasi müteşebbislik olayı. Ortada şöyle bir tablo vardı: Merkezde sağ ve sol partiler giderek birbirine benzemeye başlamışlardı. Seçmen sandıktan kaçıyordu. Ekonomik sıkıntılar tırmanıyordu. Refah devletinin koruyucu ve toplumu eşitleyici özelliği sarsıntıdaydı. Göçmen ve sığınmacı nüfusu artıyordu. Merkez partiler seçmeninin karşısına benzer reçetelerle çıkıp adeta top çeviriyorlardu. Bu boşluğu kullanan yeni bir siyasetçi kuşağı siyaset  sahnesine atladı. Boşluklardan yararlanan bu zamane siyasetçileri Avrupa toplumlarındaki hoşnutsuzluğa ve bedbinliğe yatırım yaptılar. Aşırı sağ partilerin bir kısmı geçmişlerindeki faşizm damgasından kurtulmak için kongreler düzenleyip ‘’biz beyaz sayfa açtık’’ diye yola koyuldular. İsveç’te, Avusturya’da olduğu gibi. Hollanda’da, Danimarka’da sıfır kilometre partiler kuruldu. Bunlar ‘’biz ne sağız ne de soluz’’ sloganıyla yeni şoven bir çizgi yaratma amacıyla yol aldılar. Belirgin özellikleri merkezin dile getiremediği sorunları radikal bir söylemle ifade etmeleriydi. Açıkça İslama karşı sert tavır aldılar. Avrupa kültürünün Müslüman göçmenler yüzünden tehlike altında olduğunu söylediler. Merkezdeki partilerin Müslüman göçmenlere ve sığınmacılara göz yumarak Avrupa’yı hançerlediği temasını kullandılar. Türkiye’nin AB üyeliğine kültürel nedenlerle karşı olduklarını ilan ettiler. 

Sosyal medyayı ve modern pazarlama tekniklerini iyi kullanan bu partilerin kültürel kimlik odaklı siyasi mesajlarının Avrupa’da geleneksel merkez sağ partileri etkiledikleri tartışılmaz. Geleneksel merkez sağ göçmenler özellikle de Müslüman göçmenler konusunda aşırı sağ partilerin görüşüne yaklaştı. Aşırı sağ partiler sistemli biçimde çokkültürlülüğün Avrupa uygarlığını söndüreceği iddiasını savundular. Merkel, Cameron ardından Sarkozy eşzamanlı olarak bu çizgiye geldiler. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusu, Hırıstiyan Demokrat Partileri ‘’Hırıstiyan Avrupa’’ teması çerçevesinde derin tartışmalara sevk etti. 

Günümüz Avrupası’nda merkezdeki siyaset son derece dağınık. Merkez yükselen aşırı sağın önüne set çekmek için bazen koalisyonlar kuruyor bazen de boynunu eğip aşırı sağ partilerle koalisyona giriyor. 80’lerden itibaren yeni sağ aydınların ve yeni muhafazakarların tedavile soktuğu kültür odaklı temaların siyasete yansımaları bunlar. Ve sonuç, siyasi söylemde kültürel çatışma temasının normalleşmesi. Merkez ve aşırı sağda radikal söylem prim yapıyor, istikrar ve güvenlik adına daha çok otoriterleşme adeta meşrulaşıyor. Kısaca yeni sağ, aşırı sağın temalarıyla şekilleniyor. Ve hala kendini arıyor. 

Mücadele SYRIZA ile PODEMOS hareketleri bir umut olarak ortaya çıktı. Siyasi gidişat iki hareketin mücadelesi mi olacak? Yoksa siyaset merkeze geri mi gelecek? 

Avrupa demokrasilerindeki her ülkenin siyasi kültürü sağ ve soldaki kendi reaksiyon partilerinin  evrimini etkileyecek. Örneğin İspanya’da uzun süre aşırı sağ partiler gelişmedi. Franko deneyiminin acı hatırası bunda etkili oldu. Merkez sağdaki Halk Partisi (Partido Popular) aşırı uçları bünyesinde tuttu. Bugün ise farklı bir konjonktür var. Avrupa’da mikro milliyetçilik artıyor, ayrılıkçı partiler ivme kavanıyor. Göçmen karşıtı partiler de sahnede. Açıkça yabancı düşmanlığı yapılıyor ve merkezdeki siyaset bile radikalleşiyor. 

Önümüzdeki yıllarda Avrupa’daki siyasi mücadelenin çok daha karmaşık ve dağınık olacağını düşünüyorum. Öncelikle merkez eski merkez olmayacak. Yani II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal demokratlarla merkez sağ partiler arasındaki siyasi yarış, Soğuk Savaş mantığının ürünüydü. Merkez sağ ve sol partiler birer kitle partileriydi. Çeşitli eğimleri büyük oranda bünyelerinde topluyorlardı. Bu düzen bozuldu. Günümüzde seçmen temalara göre oy kullanıyor, örneğin Yeşiller toplumda çevre duyarlılığını yarattılar. Ve bu temanın merkeze yerleşmesini sağladılar. Kadın hakları, eşcinsellerin hakları, AB meselesi, çokkültürlülük gibi çok sayıda yeni tema var. Bunları bir şemsiye altında toplamak zor. Ayrıca Avrupalı seçmen, yerel seçimlerde, Avrupa Parlamentosu ve genel seçimlerde farklı şekilde oy kullanıyor. Yani oy verme davranışları da çeşitlendi. Bu durumda siyasi mücadele birçok cephede olacak. 

Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelmesinde 90’lardan beri Avrupa siyasetindeki gelişmelerin ve söylem değişikliğinin payı çok büyük. Kriz ortamı reaksiyon partilerinin ortaya koyduğu temaları çekici hale getiriyor. Reaksiyon partileri yıllardır ne diyorlar? Merkez sağ ve solu yolsuzlukla, işbilmezlikle ve nepotizmle suçluyorlar. Avrupa bürokrasisinin üye ülkelerin geleceğini ipotek altına aldığını söylüyorlar. Merkel’in yapısal reform diye dayattığı ekonomi politikalar reaksiyon partilerine göre halkı ezmekten başka bir işe yaramıyor. Yani mevcut merkez partilere, Brüksel’e, Avrupa Merkez Bankası’na ve İMF’ye tepki büyük. Bu tepkileri ön plana çıkartan siyasetçilerin hele biraz da karizmaları varsa yükselme şansı yüksek.  Syriza’nın genç lideri Alexis Tsipras ve İspanya’da Podemos hareketinin lideri Pablo Iglesias gibi.  

Avrupa’ya hakim olan reaksiyon siyasetinin kendi içinde bazı ilginç dengeleri de var. Siyaset büyük çapta temalar ekseninde şekillenince sağ ve soldaki reaksiyon partileri zaman zaman belli temaların etrafında biraraya gelebiliyorlar. Örneğin Yunanistan’da Syriza’nın başarısını alkışlayanların başını Fransa’daki aşırı sağ parti Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen çekti. Marine Le Pen desteğini şu gerekçeye dayandırdı: ‘’Avrupa Birliği’nin totaliterliğine karşı halkların verdiği tepki konusunda tutarlıyım. Bu noktada Syriza’ya verdiğim destek, beni aşırı-solcu bir aktivist yapmaz. Başta göçmen politikası olmak üzere Syriza’nın programının tümünü benimsemiyoruz. Ancak Syriza’nın zaferini alkışlıyoruz’’.  İtalya’da aşırı sağcı Kuzey Ligi’nin lideri Matteo Salvini de aynı gerekçelerle Syriza’nın başarısını alkışladı. Bu arada Syriza’nın aşırı sağcı Bağımsız Yunanlılar Partisi’yle koalisyon hükümeti kurması da gözden kaçmamalı. Oysa bu partinin savunma bakanı Panos Kammenos Yahudilerin vergi ödemediğini söyleyerek aşırı sağın ötekileştirme siyasetinin uzağında olmadığını ortaya koydu! 

Avrupa’da bugünkü ekonomik, sosyal ve siyasi konkjonktürün reaksiyon partilerine kulvar açtığı tartışılmaz. Yunanistan’da Syriza’nın rakibi aşırı sağcı Altın Şafak Partisi 2014’de yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 9 oy aldı. Bu arada Macaristan’da anti-semit, ırkçı ‘’Daha İyi bir Macaristan Hareketi’’  açıkça Yahudi ve Romanlara karşı siyaset geliştirerek parlamentoda 23 sandalyeye sahip oldu. Almanya’da ‘’Batı’nın İslamlaşmasına karşı Avrupalı Milliyetçiler Hareketi’’ Pegida da partileşme çabasında. 

Bütün bu gelişmeler Avrupa’da siyasi mücadelenin niteliğini büyük çapta değiştiriyor. Örneğin II. Dünya savaşı sonrasında Almanya’da Hırıstiyan Demokratların daha sağında bir oluşum ortaya çıkması düşünülemezdi. Bugün Almanya’nın Avro’dan çıkmasını savunan hatrı sayılır iktisatçıların kurduğu Alternatif Parti siyaset sahnesinde. Ve kısa sürede merkezdeki siyaseti etkileyecek güce sahip oldu. Irkçı Pegida hareketinin yükselmesi Angela Merkel’i dahi dehşete düşürdü. 2015’e girerken Merkel yeni yıl mesajında sağ popülizmin ve Almanya’daki İslam karşıtı gösterilerin gücünü önyargılardan ve yabancı düşmanlığından aldığını söyledi.    

Ister sağdan olsun ister soldan radikal söylem artık merkeze taşınıyor. Kısaca Avrupa’da radikalleşme normalleşiyor.  

Toplumların ekonomik krize verdikleri tepki neden farklı?

Ekonomik krize verilen tepki her ülkenin siyasi kültürü, krizin derinliği ve iktidarda kimin olduğuna göre şekilleniyor. Ne var ki günümüzde ekonomik krizler bütün iktidarların başını yiyor. Ve de kimsenin elinde krizi çözecek mucizevi bir reçete yok. 

Avrupa’da krizi en derinden hisseden ülkelerin başında Yunanistan var. İspanya, İtalya ve İrlanda da zor durumdalar.  Aslında Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos 2008 krizinin ortaya çıkardığı hareketler. Krizden sorumlu tutulan merkeze olan tepki krizin şiddetiyle birleşince Yunanistan ve İspanya’da sol hareket tetiklendi. Tepki Yunanistan’da Altın Şafak gibi faşist bir partiye de alan yarattı. 

İspanya’da ise Kasım ayında yapılacak genel seçimlerde Podemos büyük bir ihtimalle iktidara gelecek. Ancak yakın zamana kadar kimsenin adını bile duymadığı, medyanın sağın Podemos’u diye tanımladığı Ciudadanos hareketi de tırmanışta. Soldan Podemos, sağdan ise Ciudadanos İspanya’nın geleneksel iki partili merkezine yerleşmeye hazırlanıyorlar. İşin ilginç ve yeni olan tarafı bu. İspanya’da Kasım ayında yapılacak seçimler ortaya dört partili yeni bir siyasi tablo çıkartacak. Merkezdeki sol ve sağ partileri paniğe sürükleyen bir gelişme bu. Podemos gibi Ciudadanos’un kadroları da merkezdeki geleneksel sağ ve sol partilerin atalet ve yolsuzluklarına karşı mücadele verme iddiasındalar. 

2006 yılında Barselona’da kurulan ve Katalan milliyetçiliğine karşı olan Ciudadanos bir İspanya partisi olma yolunda. Hedefi merkezdeki sağdaki Halk Partisi’ne giden oyları çekmek. Şimdilik siyasi eğilimi ılımlı, yapıcı reformist veya ‘’Podemos’un sağı’’ diye tanımlanıyor. Partinin kullandığı siyasi tema yolsuzlukla mücadele. Parti’nin 1979 doğumlu lideri Albert Rivera ülke çapında çok popüler. Merkez sağın oylarına talip olan Ciudadanos’un göçmenler konusundaki tavrı ise Fransa’da Marine Le Pen çizgisinden çok farklı değil. Yasaların sertleşmesinden yana. Göçmenlere karşı kullandığı dil ise ‘’ya itaat et ya git’’ şeklinde. Kısaca sanayi sonrası toplumlarda yaşanan kriz Yunanistan, İspanya, İtalya ve İrlanda gibi ülkelerde çok derinden hissedildi. Ve merkezi parçalarken Avrupa karşıtlığı, Euro karşıtlığı, İMF karşıtlığı ve yolsuzlukla mücadele gibi tema temelli siyasete zemin hazırladı.   

Avrupa Benim adlı kitapta incelediğim Batı Avrupa’da aşırı sağ partilerin gelişimi ise yukarıdaki örneklerden çok farklı. 70’lerden itibaren Avrupa’da süregelen yeni sağın ideologlarının tetiklediği bir oluşum var. Zengin İskandinav ülkelerinde, Hollanda’da, Avusturya’da aşırı sağın göçmen özellikle de Müslüman düşmanlığı üzerinden gelişmesi. Bu, zaman içinde evrilen ancak hiçbir zaman ortadan kalkmayan Avrupa’nın ırkçılık geçmişiyle de irtibatlı. Zengin Batı Avrupa ülkeleri de ekonomik sıkıntıların sarmalına girdiler ve bu ülkelerde ‘’Avrupa nereye gidiyor, beyaz adamın kurduğu uygarlık geriliyor mu vs.’’ gibi bir takım varoluş endişeleri ve jeopolitik kuşkular krizden önce devreye girdi. Kültür odaklı siyaset sol çevrelerde dahi itibar görmeye başladı. 

Kanımca Hollanda çok önemli bir örnek. 2002 yılında popülist lider Pim Fortuyn’un yıldızı ekonomik nedenlerle parlamadı. Pim Fortuyn siyasi çıkışını İslam düşmanlığı üzerine oturttu. ‘’Düşündüğümü söylüyorum. Söylediğimi icra ediyorum’’ diye siyasi yürüyüşünü başlattığında düşündüğünü çekinmeden söyledi. ‘’ İslamı geri kalmış kültür’’ diye tanımladı. İktidara geldiğinde ne yapacağını da açıkladı:’’Kapılarımızı Müslümanlara kapatacağız’’! Kuşkusuz ki Pim Fortuyn post-modern zamanların tipik bir post-modern lideri. 2002’de ayağının tozuyla girdiği siyasette büyük bir başarı kaydetti. Bir hayvan hakları aktivisti tarafından öldürüldü ancak ektiği tohumlar Hollanda’nın hoşgörüye dayalı geleneksel siyasi kültürünü büyük çapta etkiledi. 

Bugün Avrupa’nın kendinden en çok söz ettiren aşırı sağcı lideri Hollandalı Geert Wilders. İskandinav ülkeleri arasında Danimarka, aşırı sağın en etkili olduğu ülkelerin başında. Dışardan azınlık hükümetlerini destekleyerek merkezde siyaset yapma imkanını ele geçirmiş durumda. Nüfusu daha homojen olan toplumlarda beyaz adamın üstünlüğünü savunan nativist siyaset yapan aşırı sağın yükselişini ben sadece ekonomik nedenlere bağlamıyorum. Hollanda ve Danimarka so krizden etkilenen ülkeler değiller.  

Le Penler’de aile kavgası? Ne kadar gerçek? 

Nisan ayında Le Pen ailesinde patlak veren kriz bir provokasyon mu? Yoksa bu baba-kız kavgası bir siyasi savaşın ilanı mı? Bu soruların hepsini evet diye yanıt vermek mümkün. Ancak bu evetlerin de bir sınırı var çünkü kavgada esas olan Jean-Marie Le Pen faktörü. Onun Fransız ve Avrupa aşırı sağındaki yeri ve Ulusal Cephe ile özdeşlemiş ismi. 

Aile kavgasının aktörleri kimler? Başta baba Le Pen. 1972 yılında Ulusal Cephe’yi (Front National) kuran 87 yaşındaki Jean-Marie Le Pen bugün Parti’nin onursal başkanı konumunda. Aşırı sağ kulvarda uzun bir siyasi mücadeleden gelen Jean-Marie Le Pen Ulusal Cephe’yi kurarken Katolik sağdan Fransız Devrimini reddeden karşı devrimcilere, sömürgeleriyle büyük Fransa hayali kuranlara ve otorite özlemindeki Bonapartistlere ve faşist gruplara kadar geniş bir sağ yelpazeyi toparladı. Ulusal Cephe’yi zaman içinde dönüştürdü ve geleneksel milliyetçi çizgiye oturttu. Siyasi parkurunda çeşitli ideolojik evrelerden geçti ancak aşırı sağın jeopolitik ütoplarından hiç vazgeçmedi. Kuzey ülkelerini, Amerika’nın Kuzeyi’ni, Slavları ve Sibiryayı kapsayan bir beyaz imparatorluğun rüyasını her zaman taşıdı. Bunu, açıkça telaffuz etmese de aşırı sağ çevrelere etnik milliyetçilik mesajını işine geldiği zaman kendi istediği dozda verdi. Jean-Marie Le Pen provokatif çıkışlarıyle her zaman Fransız sağının etkili ve uzun soluklu bir siyaset oyuncusu olmayı başardı. 

Jean-Marie Le Pen’in kurduğu Ulusal Cephe’nin liderliği 2011 yılından beri kızı Marine Le Pen’in elinde. Bir takım vitrin düzenlemeleri  yapmaya çalışan Marine Le Pen bugün Ulusal Cephe’yi merkeze konuşlandırma çabasında. Babasının Parti için ciddi bir ayakbağı olduğunun farkında. Le Pen, geçmişte ‘’Gaz odaları II.Dünya Savaşı’nın bir ayrıntısıdır’’ gibi sözler sarf etmiş bir figür. Marine Le  Pen ise sağ siyasette büyük çapta rüştünü ispat etmiş bir lider. Babasından bağımsız olarak atak ve mücadeleci kadın kimliğiyle yakaladığı bir siyasi başarısı var. 2014 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden Ulusal Cephe birinci parti olarak çıktı. Ne var ki başarı grafiğine rağmen Uusal Cephe henüz tipik bir merkez parti konumuna gelmiş değil. 

Ailenin üçüncü siyasi aktörü ise Jean-Marie Le Pen’in torunu ve Marine Le Pen’nin yeğeni Marion Marechal Le Pen. Dedesinin gözdesi 25 yaşındaki kız torun Marion Le Pen aynı zamanda Fransız parlamentosunun en genç üyesi. O da Fransız siyaset sahnesinin ve Parti’nin yükselen yıldızı. Ulusal Cephe’yi yakından izleyen siyaset bilimcilere göre en genç Le Pen dedesinin ideolojik mirasını sahiplenme yolunda. Tabii bu çizgiyi günümüzün siyasi gerçeklerine uyarlamak zorunda kalacak. Bu nedenle zaman zaman dedesiyle arasına mesafe koyuyor. Teyze yeğen Le Penler arasında ise şimdilik dikkatli bir denge var. Görüş ayrılıkları su üstüne çıkmıyor ama yanyana durup seçmen önünde bir fotograf bile çektirmiyorlar.   

Peki Le Pen ailesinde için için kaynayan kavga nasıl ortaya çıktı? Ulusal Cephe çok mu merkeze yanaşıyor endişesi uzun zamandan beri Jean-Marie Le Pen’i çileden çıkartıyordu. Le Pen ehlileşmiş Ulusal Cephe’nin siyaseten varlığını koruyamayacağı görüşünde. Bu doğrultuda arada çıkıp kendince Parti’yi akord ediyor. Örneğin geçtiğimiz Nisan ayında aşırı sağcı anti-semit Rivarol Dergisi’nde çıkan bir söyleşide Mareşal Petain’i övdü. Bilindiği gibi Mareşal Petain, I. Dünya Savaşı’nda kazandığı zaferle Fransa’da ulusal kahraman olmuştu. II. Dünya Savaşı sırasında ise Nazilerle işbirliği yapan Vichy Hükümeti’nin başına geçti. Petain’e övgü bir heyezan değildi. Aksine Le Pen tarzı bir provokatif mesajdı.Nitekim Jean-Marie Le Pen bu söyleşiden bir süre önce de Fransa’nın bugünkü İspanyol kökenli Başbakanı Valls için ‘’O sadece otuz yıldan beri Fransız. Ben ise bin yıldır Fransızım’’ dedi! Böylece etnik milliyetçilikten uzaklaşmadığını hatırlattı. Tipik Jean-Marie Le Pen taktikleri, provokasyon ve kaos yaratma denemeleri bunlar. 

Merkezdeki ılımlı oylara göz diken Marine Le Pen ve çevresine göre baba Le Pen Parti’ye çok zarar veriyor. Ama Le Pen markası da Fransız aşırı sağı için simgesel bir değeri sahip. Bu arada Parti’nin para kasası da baba Le Pen’in elinde.   

Büyük resme bakıldığında Le Pen ailesindeki babalı, kızlı, torunlu iç çatışmanın pek ilginç yönü yok. Buradaki doğru soru şu: Jean-Marie Le Pen bu provokatif çıkışı neden yaptı? Bu kavga sonunda baba Le Pen ile kızı arasında ipler tamamen kopar mı?

Jean-Marie Le Pen gündemde kalmak için başvurduğu provokasyonlardan hiçbir zaman vazgeçmeyecek. Siyasi sicili bunun örnekleriyle dolu. Bu arada kurduğu partiye hakim olamamanın yarattığı travma da etkili. Kurduğu Ulusal Cephe’nin eski çizgisinden ayrılmadığı mesajını vermeye çalışıyor. ‘’Ben varım, partim başka kulvarlara savrulmuyor’’ demeye getiriyor.

Le Penler’in aile kavgası şöyle özetlenebilir: Ulusal Cephe ne Jean-Marie Le Pen’le ne de Jean-Marie Le Pensiz yapabiliyor. Ulusal Cephe, bundan sonra geçmişiyle hem devamlılık hem kopuş denemeleri yaparak ilerleyecek. Rüzgar sağ popülizmin yelkenlerini doldurduğu sürece Ulusal Cephe siyasette var olacak. Bugünkü konjonktür ise sağ popülizmi besliyor.     

Göçmen karşıtlığı Türkiye’de Avrupa tipi yeni bir sağ partiyi tetikler mi?

Türkiye’de Avrupa tarzı bir göçmen karşıtlığı olacağını sanmıyorum. Son zamanlarda Suriyeli göçmenlere karşı bir tepki oluştu. Ancak bunda Tayyip Erdoğan’a ve onun uyguladığı dış politikaya olan tepkinin payı büyük. Pek çok kişi Suriyeliler üzerinden Erdoğan’a kızıyor. Meseleyi Erdoğan’ın bir dış politika zaafiyeti olarak görüyor. Ayrıca halk arasında Erdoğan’ın Suriyelilere vatandaşlık hakkı vererek seçim yatırımı yaptığı görüşü de hakim. Aralarında Suriyelilerin ucuza çalışıp Türklerin elinden işlerini aldığı, kendi işlerini kurup ticarete atıldıkları için kızanlar var. Ancak Suriyeliler üzerinden Erdoğan’a duyulan öfke daha baskın. 

Geçenlerde mültecilerle çalışan bir uzman bana gelenlerin artık kalıcı olduklarını söyledi. Sanırım bu doğru bir gözlem. Ancak bu gelişmelerin Avrupa’daki gibi göçmen karşıtı bir sağ partiyi tetikleyeceğini sanmıyorum. Avrupa’daki aşırı sağ partiler, sağ ideologların tedavüle soktuğu ‘’kültürlerarası doku tutmazlığı’’ gibi kavramlardan hareket ediyorlar. Oradaki dinamik  farklı.  

Türkiye’de ötekileştirici, vatandaşlarını dışlayıcı yeni bir partiye neden ihtiyaç olsun ki? Mevcut partiler bunu yıllardır yapıyor. Başbakan sıfatıyla yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan ‘’Affedersiniz Ermeniler’’ demedi mi? Türkiye’de İsrail dölü gibi sözler sarf ediliyor kimsenin kılı kımıldamıyor. Yahudilerin ‘’İsrail Devletinin yaptıklarından bizi sorumlu tutmak tutmak ırkçılıktır’’ diye bildiri yayımlamak zorunda kaldığı bir ülke burası. Dışlamanın, ötekileştirmenin, ayrımcılığın ve nefret söyleminin envai çeşidi hep vardı. Bugünkü otoriter popülist muhafazakar hükümet yeni düşmanların ve ötekilerin imalatıyla meşgul. Aleviyi ötekileşririyor, yeni düşmanlar üretiyor, yaşam tarzıyla bölüyor. Türkiye’de AKP hükümetinin dümenindeki sağlaşma sürecinin dışlama yöntemleri bunlar. Kurulucak yeni bir partiden daha etkililer.            

7 Haziran seçimleri, AKP oyları nereye kayıyor? CHP ne yapmalı?

 Türkiye’de her seçim için ‘’bu seferki çok önemli’’ denir. Bu sefer  gerçekten öyle; 7 Haziran seçimiyle başkanlık sisteminin yolu mu açılacak? Yoksa seçmen ‘’parlamenter sisteme devam mı’’ diyecek? Bu noktada anahtar büyük çapta AKP seçmeninde. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak sergilediği otoriter ve keyfi tavır başkan olması halinde daha neler yapabileceğini gözler önüne serdi. Kanaatimce AKP seçmeni ve Parti bir yol ayrımında. Türkiye Şavezli Venezuela’ya benzeyen bir Ortadoğu ülkesi mi olacak? Yoksa geleneksel parlamenter sistem devam mı edecek?

2002 yılına dönersek; yolsuzluklara batmış merkez sağın arkasından AKP popülist retorik kullanarak iktidara geldi. AKP’nin lideri Erdoğan iktidarı süresince muhafazakarlara, dindarlara, Kürtlere, milliyetçilere oynadı. Usta bir popülist oldu. Ne yapacağını anlatmadı sadece reaksiyoner tavır sergiledi. Statükoya karşı mücadele ettiğini anlattı, İstanbul sermayesine, medyaya, dış mihraklara çattı, monşerlerle alay etti. İktidarı boyunca muhalefet yaptı. Beraber yol katettiği Gülen cemaatiyle karşı karşıya geldi. Ve en sonunda kendi Partisi’yle çekişmeye başladı. Neredeyse 13 yılın özeti bu. Bir beş yıl daha iktidarda muhalefet yaparak ayakta kalmak mümkün değil. 13 yıl içinde hem sorunlar büyüdü hem de Kürt sorunuyla ilgili yeni oyun kurucular devreye girdi. Şüphesiz ki bugün siyaset çok daha çoğul.    

Tayyip Erdoğan bugünün koşullarında cumhurbaşkanı olarak partisine hakim olamayacağını biliyor. Zaten bunu ne Özal ne de Demirel başarabildi. Bu nedenle başkanlık sisteminden medet umuyor. Ülkenin birikmiş sorunlarının altından kalkmanın ne kadar zor olduğunun farkında. Başkanlık adı altında daha otoriter, keyfi, frensiz ve denetimsiz  bir yönetim tarzıyla ülkeyi yönetmeyi planlıyor. Merkez sağda olup da istikrar için AKP’ye oy vermiş seçmen bunu içine sindirecek mi? Gazeteci olarak beni ilgilendiren soru bu.

7 Haziran seçimlerine Türkiye HDP olgusu ile giriyor. HDP siyasette artık kalıcı bir oyun kurucu. Konuşmalara kulak kabartıldığında ‘’Duymak istediğimiz söylem HDP’de’’ diyenlerin sayısı artıyor. HDP kadın konusunda da öne geçmiş durumda. HDP’nin barajı aşması halinde Kürt Siyasi Hareketi merkeze konuşlanacak. HDP sistem dışından gelip merkeze oturacak. Bu da Tayyip Erdoğan’ın oyununu bozacak olan en çarpıcı gelişme. Bu nedenle Güneydoğu’daki Kürt oylarının bir kısmının HDP’ye kayma ihtimali Tayyip Erdoğan’ı iyice hırçınlaştırıyor.  

Son zamanlarda milliyetçi retoriğe sarılan Tayyip Erdoğan MHP’ye kayabilecek AKP oylarına hakim olma peşinde. Bu ihtimal de azımsanacak gibi değil. Hele kamuoyu yoklamalarında HDP’nin barajı aşma ihtimali yükselince MHP oyları da kıpırdıyor. 

Tayyip Erdoğan’ın iktidarı döneminde dozunu artırarak kutuplaştırdığı Türkiye’nin vereceği yeni siyasi reflekslere hazır olmadığı ortada. Bu nedenle giderek hırçınlaşıyor. Toplumu kutuplaştırıp sonra da baskı ve otoriterlikle ülke yöneteceğini sanmak aslında büyük bir siyasi idraksızlık. Bunun çok büyük çatışmalara neden olacağını kendisi olmasa bile çevresinin görebilemesi gerekirdi.   

CHP’nin ne yapması gerektiğine gelince; ben gazeteciyim. Gazetecilerin bir danışman gibi partilere yol göstermesi benim gazetecilik anlayışımla bağdaşmaz. Gazeteci bilgi edinir, araştırır, gözler, anlar, soru sorar ve analiz eder.  

Batı Avrupa’da yükselen aşırı sağı incelerken yolum ister istemez merkez partilere uzandı. Batı demokrasilerinde merkez partiler krizde. Yani merkez dağılıyor. Ve oluşan yeni merkez eskisine benzemiyor. Bu bakımdan merkez partisi olmak eskiye oranla çok daha zor. Merkez partiler, kitleleri büyük bir şemsiye altında toplama işlevini yerine  getiremiyorlar. 

CHP bir sistem partisi. Türkiye’deki merkez de artık eskisine benzemiyor ve benzemeyecek. HDP’nin barajı geçip Meclis’e girmesi halinde merkez yeni bir görünüm kazanacak. Bir bakıma CHP’nin rakibi HDP. Bu koşullarda yeni merkeze konuşlanmak için Türkiye’de ve dünyada oluşan yeni hassasiyetlerini çok iyi kavramak gerekli. Örneğin Gezi’nin verdiği mesaj çok önemliydi. Sanırım bu mesaj gecikerek de olsa CHP’nin önseçim sürecine yansıdı. Kanımca Gezi’nin mesajını ilk alan HDP oldu. Bugün popülist Tayyip Erdoğan’ın çılgın projelerine karşı daha itidalli projeler üretmek elbette ki önemli ancak yeterli değil. Zaman ehveni-şer’le yetinme zamanı değil.      

İstanbul’da toplum mühendisliği yapma hobisini ısrarla sürdüren çevrelerin her zaman bir CHP dizaynleri olmuştur. Onlar Türkiye’ye hep ehveni-şer’i dayatmaya çalıştılar. Ve de başarılı olamadılar. CHP ehven-i şer partisi olmaktan ve bu çevrelerden uzaklaşırsa yeni merkezin etkili bir oyuncusu olma şansını yakalar. Yoksa zamanla yaşlanarak küçülür. Günümüz demokrasilerinde merkez partilerin seyrini çok iyi okumak gerekli!

0 comments on “ZEYNEP ATİKKAN: AVRUPA SİYASETİ DAHA KARMAŞIK VE DAĞINIK BİR NOKTAYA GİDİYOR

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: