08-KIZLI ERKEKLİ YENİ MUHAFAZAKARLIK POLİTİKA

YENİ TEK PARTİ DÖNEMİ: OTORİTER MUHAFAZAKARLIK

Türkiye toplumu ne çektiyse homojenleştirme siyasetlerinden çekti. İlk tek parti dönemi etnisite ağırlıklı bir homojenleştirmeyi, ikinci tek parti; yani AKP dönemi ise mezhepsel bir homojenleştirmeyi toplumun önüne koymaktadır. Bugünün Türkiye’sinde yeniden bir tek parti egemenliği ile karşı karşıyayız. Birinci Tek Parti döneminin temel hedefi kurulan devlete uygun bir ulus yaratmaktı. Bu çerçevede dönemin egemen siyasal akım ve pratikleri ve de bunların bir yansıması olarak da okunabilecek Türkiye’ye özgü bir otoriter modernlik anlayışı, yeni bir sistemin aklını ve yol haritasını kurgulamaktaydı. Elbette o dönemin kendi koşulları çerçevesinde –bunun ne kadar olanaklı olduğu ise hep tartışmalıdır- değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda kendi doğrularını bulmaya ve onları topluma kabul ettirmeye dönük bir çaba söz konusuydu. Böylesi bir yeni kurulma süreci elbette ki kimi toplum mühendisliklerini gerektirmekteydi. Her alanda yeni devlete ve onun gelişme mantığına uygun bir takım plan, proje ve uygulamalar gerçekleştirilmekteydi. Bütün devletlerin ve de ulusların inşa süreçleri sorunludur. Çünkü buradaki temel hareket noktası homojenite ve moderniteye ulaşma adına uygulanan disiplin rejimidir. Bu süreç toplumların çocukluktan ergenliğe geçişine kadar uzanan ve o çerçevede sıkıntıları da paralellik gösteren bir süreçtir. Türkiye bu dönemde çok büyük acılar ve trajedilere tanıklık etmiştir. İlk tek parti dönemi kendi kısıtlılıkları içinde ‘medeni dünya’ tasavvurunu içermekteyken bugün yaşadığımız ikinci tek parti dönemi ise bunun tam tersi bir siyasi akıl ve mühendislikle hareket ediyor. İçinde bulunduğu tarihsel şartlara, sosyal ve ekonomik özelliklere, egemen ideolojik yaklaşıma; yokluklara, yoksunluklara ve kısıtlıklara rağmen ilk tek parti dönemi yine görece ‘anlaşılabilir dönemsel’ karakteristikler içermekteydi. Ancak bugün AKP ile yaşanılan ikinci tek parti dönemi ise bütün varsıllıklarına rağmen bir çeşit vazgeçme ve yeni bir toplumsallığı ve hatta daha vahimi, her alanda belli bir tür muhafazakâr otoriter melezleşmeyi dayatan bir kurguyu esas almaktadır. Birinci tek parti dönemi daha çok etnisite üzerinden bir homojenleşmeyi asıl hedef olarak belirlerken AKP, bunu Sünnilik mezhebi üzerinden yapmak istemektedir. İlk dönem toplumsal ve siyasal sorunları Türkleştirerek çözümlemek isterken AKP herkesi Sünnileştirerek bütün sorunları çözmeye çabalamaktadır. AKP’nin giderek ortodoksileşen İslam anlayışı bundan sonraki süreçte Türkiye’de her türlü özgürlüğü denetim altına alacak ve ona bir çerçeve çizecek bir karakter taşımaktadır. AKP muhafazakarlığının giderek artan tonu ve bunun içerimlerini gündelik yaşama egemen kılma stratejisi çok ciddi çatışmaları üretmektedir ve üretmeye devam edecektir. Toplumsal alanın baştan başa değişimi henüz tam gerçekleşmediği için uygulanan baskı stratejileri de henüz büyük bir yoğunlaşma içermemektedir. Ancak görülmektedir ki devlette dönüşümü tamamlayan AKP karşısındaki toplumsal direnci kırdıkça çok daha koyu bir muhafazakarlığı topluma egemen kılacaktır.
Elbette ki AKP tipi muhafazakarlığı geçmişteki sağ parti muhafazakarlığından ayrı bir biçimde değerlendirmek gerekmektedir. Genellikle Türkiye’de sol bütün süreçleri yekpare olarak görür ve o çerçevede bir kavramsallaştırma ve tanımlama geliştirir. Aslında buradaki ideolojik pozisyonların sorunlu bir karşıtlık temelinde inşa edildiğini belirtmek gerekmektedir. Türkiye gibi ülkelerde; yani ideolojik ikameciliğin yoğun olduğu, felsefi, ekonomi-politik, etik vd. alanlarda üretilen bilgi ve yaklaşımların dışarıdan alındığı; ya da eklemlenme ilişkisi ile bu topraklarda yeniden üretildiği bir genel düşünsel atmosferde ideolojiler ve siyasal pozisyonlar çoğunlukla birbirlerinin anti-tezi olarak kurgulanır. Bu noktada Türkiye’de sağın genel karakteristiği hakkında birkaç tespiti ele almak gerekmektedir.

Türkiye’de sağ, ‘gerici’ gibi klasik sol tutucu ve de arkaik yaklaşımlarla anlaşılamaz. Çok partili hayata geçildikten sonra sağın kalıcı iktidarının temel itkisi sürekli bir biçimde önüne toplumsal kalkınma hedefi koymasından ileri gelmektedir. Bu topluma ekonomik olarak sınıfsal geçişi sağlayacak bir zemin yaratması; diğer yandan köklü bir değişimden korkan toplumu kültürel düzeyde muhafazakarlıkla kuşatması, sağın genel hegemonik bir iktidar projesi olarak sürekli gündemde kalması ve kendini yenilemesine imkan yaratmıştır.

Avrupa modernitesinin kuşatıcı ve değiştirici karakteri bu toplumu hem Osmanlı zamanında hem de Cumhuriyet döneminde çok ciddi bir etki altına almıştır. Modernitenin bu kuşatıcılığına karşı toplumun bulduğu; sağın sahiplendiği ve sürekli olarak yeniden ürettiği çözüm ise kurumsal ve ekonomik düzeyde moderniteye eklemlenme; ancak dinsel-kültürel ve gündelik yaşam pratikleri düzeyinde geleneği koruma ve yavaş bir değişimi sahiplenmedir. Buradaki anakronik durum bugün hala içinden çıkamadığımız bir büyük kimlik krizinin de temel zeminidir. Ancak sağın ve geniş toplum kesimlerinin buldukları bu çözüm dışında başka yaklaşımlar; özellikle de sol, moderniteye ilişkin olarak bir proje üretememiş ve topluma sunamamıştır. Dolayısıyla bugün hala bu anakronik sürecin bir yansıması olan AKP ile bu toplum yoluna devam etmektedir.

Sol, Cumhuriyetin gelişme dinamiğini ve onun çağdaşlaşma projesini derinleştiremediği için ve de onunla tereddütlü bir ilişki içinde olması hasebiyle bu alandaki bir imkan da; en azından tartışma-deneyimleme ve yeni bir sentez üretme süreci olarak yaşanmamıştır.

Türkiye’de sağ ekonomi-politik alanda değişimci, üstyapısal olarak muhafazakar iken sol, ekonomi-politik alanda muhafazakar (ve bir yönüyle katı devletçi); üstyapısal olarak değişimcidir. Bu kategorizasyon elbette ki bütünü açıklamaktan uzaktır. Ancak bütünü anlamak açısından burada temel bir sorun olduğu ve bu noktada bir derinleşmeye ihtiyaç bulunduğu muhakkaktır.

Türkiye, sınıfsal hatları yeni yeni belirginleşmeye başlayan bir toplumdur. Bu tür toplumlarda bir sınıf bilinci ve ona eşlik edecek bir örgütlenme ve mücadele pratiğinden çok sınıflar arası geçiş ve sınıf atlama çabası daha ön plandadır. Türkiye’de sınıf yapısının bu karakterini bilmeden yapılan siyasetin bir karşılığı olmamaktadır. Bu genel lümpenlik ve ortada olma hali siyaseten popülist yapıların iktidarına büyük imkan tanımaktadır. Türkiye’de sağ bu lümpenliği son derece iyi analiz etmiş ve bu doğrultuda son derece etkili söylem ve politikalar geliştirmiştir. Lümpenlik bir aşağılama olarak değil; bir analiz kategorisi olarak ele alınmalıdır. Ülkemizde solun bir taraftan yerli ideolojik üretim mekanizmalarını kuramaması; diğer yandan kendi ideolojik pozisyonuna uygun farklı sol merkezlerden devşirme fikirlerle kendini ikame etmesi onun hem kendi yerel-özgünlüklerinin keşfini engellemiş; hem de kendi toplumunu tanıma, inceleme ve konumlandırma imkanını sınırlandırmıştır.
Türkiye’de solun yapması gereken sağ ve toplumsal katmanlar, sınıflar arasındaki ilişkiyi çözümlemektir. Ancak bu çözümleme yapılırken alışılagelen, kolaycı, geleneksel, aşağılayıcı, ötekileştirici tanımlamalardan uzaklaşmak; diğer yandan ise sağ ve toplumun birbirini anlama mekanizmalarını keşfetmek gerekmektedir. Bu keşfin ekonomik, kültürel, dinsel, sınıfsal ve siyasal envanteri çıkarılmadan sağlıklı bir analiz yapılmayacağı gibi bir iktidar olma imkanı da yaratılmayacaktır. Bu envanterin çıkarılıp buradan nasıl bir sol siyaset üretileceğinin de geniş bir tartışmaya tabi tutulması elzemdir.

Bu detaylandırma ve tespit etme noktasından sonra AKP’nin Türkiye’deki muhafazakarlığı daha önceki sağ partilerin yaptığı gibi bir modernleşmeye tabi tutma gibi eğiliminin olmadığını belirtmek gerekmektedir. Eskiden muhafazakarlık sağın modernleşme eğilimleri içinde törpülenirken; AKP iktidarı ile bu süreç tersine dönmüş ve merkez sağın bileşenleri AKP içinde katı bir muhafazakarlığa zorlanmıştır. AKP iktidara yerleştikçe ve devletle bütünleştikçe otoriter bir muhafazakarlığı toplumun önüne koymuş ve bunu bir çeşit dayatma siyaseti olarak gündelik yaşamın çeşitli unsurlarını baskılamak için kullanmıştır. Artık AKP eleştirdiği kurucu tek parti döneminin enstrümanlarına sarılmış ve onları bu çağda yeniden üretme ‘başarısı’ göstermiştir. 
AKP bütün siyasi projeksiyonunu ilk dönem tek parti pratikleri üzerine çevirmiş ve oradaki eksiklikleri, trajedileri bugüne taşıyarak kendisini daha demokratik bir alanda konumlandırmaya çabalamıştı. AKP’nin bütüncül baktığı ve vesayet olarak adlandırdığı bu dönemin temel eleştirisi o dönem CHP’sinin devlet aygıtına olan hakimiyeti idi. Başbakan’ın birçok konuşmasında dile getirdiği ve de eleştirdiği ‘valiler CHP’nin il başkanlığını yapıyordu’ hatırlatması bugün yeniden gündemimize girmiştir.

Evet; bugün Türkiye ikinci tek parti dönemini yaşamaktadır. Artık bir AKP devleti gerçeği ile bütün toplum kesimleri karşı karşıyadır. Valisi, kaymakamı, yargısı, polisi, askeri; kısacası devletin kurum, kuruluş ve çalışanları AKP’nin devlet alanındaki temsilcisine dönüşmüş durumdadırlar. Demokratik bir sistemde devlet oturmuş yapısı ve kurumlarıyla iktidar partisinin ideolojik aygıtına dönüşmeyen bir karakter taşır. Bugün Türkiye’de devlet, AKP’nin bir ideolojik aygıtına dönüşmüş durumdadır. Valiler eskiden kendilerini Cumhurbaşkanının temsilcisi; yani ‘tarafsız’ bir biçimde tanımlarken bugün Başbakan’ın demecini Adana Valisi örneğinde olduğu gibi emir telakki etmektedirler. Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesi sonrasında Eskişehir Valisi’nin açıklamaları ve bu cinayeti haber yapan Radikal muhabiri İsmail Saymaz’a yönelik tehdidi hala akıldadır. Bütün bunlara rağmen AKP adeta kendi militanı olarak gördüğü bu valilere sahip çıkmış ve onları ‘yedirtmemiştir’.

Parti ve devlet bütünleşmesi otoriter ve faşizan bir karakter ortaya çıkarır. Bu durum aklın, müzakerenin, rızanın ve toplumsal oydaşmanın devre dışı bırakılmasıdır. Bu noktadan sonra artık her türlü despotik tavır ve davranış devlet eliyle ve bir dayatma olarak insanların hayatlarına girer. Bu duruma karşı dile getirilen her türlü eleştiri ise hükümete yönelik bir saldırı ve komplo olarak yorumlanır. Bütün toplumun gözü önünde her türlü anti demokratik uygulamaya ve hak ihlaline sebep olan kamu görevlileri ise korunup kollanır. AKP’nin en son Gezi direnişi sırasında ve sonrasında insanların ölümüne neden olan kişilere yönelik ‘yedirtmeyiz’ yaklaşımı bu yeni otoriter aklın bir yansımasıdır. Bu yaklaşım hem siyasi aklın hem de siyasi ahlakın çöküşüdür. Bu noktadan sonra kendi belirlenimlerini topluma dayatan yeni bir akıl ve ahlakla karşı karşıyayız. Tek kişinin aklı ve ahlakı bütün bir ülkeye egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Türkiye toplumu yeni bir demokrasi sınavı ve mücadelesi ile karşı karşıyadır. Yeni Tek Parti döneminin eskisinden temel farkı toplumumuzdaki özgürlük ve demokrasi bilincidir. Bizi bu durumdan kurtaracak olan ise demokrasi ve özgürlük mücadelesindeki ‘azim ve kararlılığımız’ olacaktır.

0 comments on “YENİ TEK PARTİ DÖNEMİ: OTORİTER MUHAFAZAKARLIK

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: