12-SİYASETİN FİNANSMANI POLİTİKA

CEM TOKER: SİYASİ PARTİLERE DEVLET YARDIMI YAPILMAMALI

Siyasetin finansmanı konusunu seçince aklımıza önce büyük paralarla oynayan partiler geldi. Ama onlarla bu konuda konuşmak çok zor. Kimse kendi durumunda bir olumsuzluk görmüyor, fakat diğer partilerin durumlarındaki olumsuzlukları çok dile getiriyor. Sizin de bu konuda görüşleriniz olduğunu biliyoruz. Genel olarak siyasetin finansmanıyla başlayalım isterseniz.

2007 yılını, seçimlerden önceyi gözünüzün önüne getirin. AKP ve CHP’den oluşan bir Meclis vardı. AKP, Meclis’in %65’ini kontrol ediyordu. Onlarca parti %7’nin altında oy almıştı. 2002 seçimlerinde %7’yi geçen beş partiye para veriliyordu yasa gereği. Bunların içinde Genç Parti, MHP, DYP de vardı. Ben para alamayanlara, DSP’ye, Anavatan’a gidip, dedim ki; “Şimdi iktidardan kalma biraz paranız, mülkünüz var. Ama siz de bizim konumumuza düşeceksiniz. Beş kuruşa muhtaç kalacaksınız.” Anayasa’yı önüme koydum. Madde madde okudum. Hazine Yardımı Yasası, Anayasa’yı dört yerden ihlal ediyor. İlgili Anayasa maddesi diyor ki “Partilere hazineden yardım yapılır. Parasal destek verilir. Fakat bu yardım hakkaniyetli ve yeterli dağıtılır.” İşte o zaman Erkan Mumcu’ya, Zeki Sezer’e “hep beraber bir dava açalım. Bana göre, hukukçulara göre Hazine Yardımı Yasası Anayasa’nın bu maddesini ihlal ediyor.” dedim. Onlar pek yanaşmadılar. O zamanlar kasalarında para vardı. Biz tek başımıza Ankara 5. İdare Mahkemesi’nde dava açtık. Davayı açarken şöyle yaptık. 2002-2007 arasında bu beş partiye verilen hazine yardımını aldıkları oya böldük. Seçmen başına 29 lira civarı para almışlar. Biz dilekçemizde dedik ki, “Bize oy veren seçmen de bu ülkenin vergi mükellefi. Baraj yüzünden bana atılan oyu alıp kendi hanene yazıyorsun. Benim seçmenimin verdiği vergiden de kendine hazine yardımı alıyorsun. Bana da bir kuruş vermiyorsun.” Biz bunu tablolarla gösterdik. Daha sonra şunu vurguladık. “Elbette hazine yardımı tek etken değil ama seçim sonucunu etkileyecek bir etken. Çünkü hazine yardımı alan beş parti 2007 seçimlerinde de ilk beş parti olmuş.” 

Ankara 5. İdare Mahkemesi’nde davamızı açtık. Oradaki üç yargıç beni 35 dakika dinledi, sorular sordu. Durumu izah ettik. Bizim bir kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitme hakkımız yoktu o günlerde. Ancak İdare Mahkemesi sizin adınıza Anayasa Mahkemesi’ne gönderebiliyordu. Mahkemeden üç yargıcın oybirliğiyle “Hazine Yardımı Yasası, Anayasa’yı ihlal ediyor, iptal edilmesi gerekir” kararı çıktı.

2008 yılı içerisinde raportör bizim lehimize bir rapor yazdı. Madem dedi, “AKP Kapatma Davası’nda, AKP’ye hazine yardımından para kesme cezası verdin. O zaman bir cezanın herkese eşit uygulanabilmesi için, herkese biraz para vermen lazım.” O rapora rağmen Anayasa Mahkemesi 6’ye 5 bizim davayı reddetti. Akla zarar, hukuk adına utanç verici bir gerekçe var; “küçük partinin kamuoyuna etkisi azdır, kamuoyu oluşturma gücü yoktur, onun için de paraya ihtiyacı yoktur.” şeklinde.

Partilere para dağıtılan havuzdaki para vergilere endeksli olduğu için; bu para zaman içerisinde o kadar büyüdü ki dudak uçuklatıcı boyutlara ulaştı. Bu arada %7’yi geçen parti sayısı da sadece 3’te kaldığı için; bunlar biraz utandılar ve birkaç sene önce bir “Demokratikleşme Paketi” içerisinde bu oranı %3’e düşürdüler. Ben o zaman dedim. “Bu mevcut ortamda %3 alacak partinin de alnını karışlarım. Kimse alamaz.

2014 yılında seçim Mart sonunda oldu. Yılın 90. gününde yani. Sadece AKP’nin aldığı para 186 milyon lira. 90 günlük, kampanya için günde 2 milyon TL! Kemiksiz, vergisiz, net, temiz para! Ben bu rakamı bir AKP milletvekiline söylediğim zaman, “Bakın bu kadar para aldınız” diye. Bana gülümsedi ve “Cem Bey o bizim çerez paramız. Biz onu beldelere çay parası, kira parası diye gönderiyoruz” dedi. Şimdi bu rakamları alın, Türkiye’nin en büyük holdinglerinin cirolarına bakın. Net karlarına bakın. Vergi sonrası cebine kalana bakın. Böyle bir kepazelik olmaz. Bunu biz Brüksel’de de dile getirdik. Değişmedi, %3’ü yakalamak çok zor. Bu mevcut basın ortamında, hazine yardımı ortamında, korku ortamında…

İkinci konu nedir? Bizim gibi partilerin sağdan soldan biraz bağış toplayabilmesiyle ayakta durmasıdır. Bugün bir işadamına gidip de “3-5 bin liralık faaliyetime katkıda bulunur musun?” desem. “Aman duyulur!” der. Korku imparatorluğu! Bırakın holdingleri, iş adamlarını küçük esnafın “Aman duyulur!” endişesi yaşadığı bir ortamdayız. 

Günde 2 milyon TL alan bir partiyi Sayıştay’ın denetlemesini siz düşünün. Fişleri, faturaları vs. Bir de yıllık bütçesi AKP’nin 30 dakikalık hazine yardımına eşit olan bir partinin denetlenmesine bakın. Parti ismi vermeyeyim. Sayıştay 50 liralık kırtasiyenin hesabını soruyor. 100 liralık harcamanın hesabını soruyor. Ben her sene Savcılığa gidiyorum. Hakkımda suç duyurusunda bulunuyorlar. Soruyorlar; “Kayseri İl Örgütü var görünüyor ama ne geliri var, ne harcaması var. Bu nasıl oluyor? Olamaz!” Diyorum ki, “Oradaki il başkanı, küçük dükkânını il başkanlığı olarak gösteriyor. Çünkü ayrı yer tutacak paramız yok. Faaliyetlerini oradan yapıyor.” Diyelim ki bu adam bir süpermarket sahibi veya bir beyaz eşya bayii. Sayıştay diyor ki; “Öyle olmaz!” Biz de diyoruz ki “Beyefendi, siyasi partide bir gönüllülük unsuru vardır. Burası bir ticarethane değildir.” Adam mesaisinden yarım saat ayırıp, parti ile ilgili bir görüşme yaptığında onun da mı bir parasal değerini bulacağız? Ayda 1210 dakika telefon konuşması yapmışsa, onun da 67,5 dakikasını partiyle ilgili yapmışsa onu da mı bağış girdisi yapıp, masraf çıktısı yapacağız? Yani bu gönüllülüktür. Devlete bunu anlatmakta zorluk çekiyoruz. Nasıl dönüyor çark? İşte gördüğünüz fakirhane bu. Kendi aramızda para toplayıp kirayı ödüyoruz. Ve acıklı rakamı söylüyorum: Liberal Demokrat Parti’nin yıllık bütçesi, AKP’nin aldığı hazine yardımının, çerez parası dediği, 30 dakikalığına eşittir. Bu hesap da kuruşu kuruşuna her yıl Anayasa Mahkemesi’ne ve Sayıştay’a veriliyor.

Bunun yanında vergilerle desteklenen ve iktidarın fikrini yayan, bunun için çaba sarf eden kurumlar var. Bunlar için ne söylemek istersiniz?

Türkiye’de iktidardan bağımsız Anayasal kurumlar olması gerekiyor. Yani iktidar kim olursa olsun; Sayıştay, TRT, Diyanet partiler üstü olmalı. Ya herkese eşit çalışmalı ya da kimseye çalışmamalı. Fakat bu kurumlar ve bu kavram son 10-12 senede ortadan kaldırıldı. Ülke “parti devleti” olduktan sonra bu kurumlar da o partinin dümen suyuna girdiler ve Anayasa’yı ihlal etmeye başladılar. İkincisi iktidarın gücü konusu. Bu güç şuradan geliyor. Türkiye’de bu yıl 400 katrilyon vergi toplanacak. Günde bir katrilyondan fazla para milletin cebinden alınacak. Bunun nereye harcanacağına bir tek parti, tek bir adam karar veriyor. Taşrada iktidar partisinin ilçe yönetimine girdiğiniz anda, o kasabadaki hastanenin temizlik işini siz alıyorsunuz. Okulun güvenlik işini amcanızın oğlu alıyor. Devlet dairesinin boya badana, sıhhi tesisat işini dayınızın oğlu alıyor. Sistem böyle yürüyor. İktidara yakın olmak müthiş bir maddi kazanç getiriyor. 

Bir de bu dönem şu ortaya çıktı. Türk Telekom, Avea, TVBU, TTNET, Türkcell… Hem Avea’nın hem Türkcell’in hatta Digitürk’ün devlet tarafından yönetilmesi… Kamu kurumlarını da aşan, büyük bir ağın iktidara bağlanması gibi bir sorun da var.

Sindirme politikası, korkutma politikası, yargıyı kendisine bağlayıp yargıyla korkutma ve daha önemlisi vergi müfettişi ile korkutma, sindirme. Ben size iki tane somut örnek anlatayım. Orta Anadolu’nun bir yerinde, 7 Haziran seçimlerinden önce orta ölçekte birkaç iş adamı beni televizyonda dinlemişler. “Dedikleriniz mantıklı gibi geldi. Biz biliyoruz kazanmayacağımızı ama LDP’den aday olmak istiyoruz” dediler. Biz de “Memnun oluruz” dedik. Fakat birkaç gün geçti evraklar gelmedi. “Ne oldu?” diye telefon ettik. “Vazgeçtik” dediler. “Ne oldu?” diye üsteleyince öğrendik ki, Sanayi Odası Başkanı mı, Ticaret Odası Başkanı mı aramış ve “Siz manyak mısınız? Ne LDP’si? Sizin borcunuz var, banka krediniz var. Bir günde bitiririz sizi, ne LDP’si?” demiş. Bir başka örnek. Karadeniz’in bir ilinde, pastaneci bizden aday olmayı düşünüyor. Sesimizi duyurmaya çalışıyor. Zabıta Müdürü pastanesine gidiyor. “Hayrola” diyor, “LDP’den adaylık düşünüyormuşsun! Dikkat et pastanda, pastanende fare pisliği falan çıkmasın burayı kapatmak zorunda kalmayalım!” diyor. Eskiden böyle bir Türkiye yoktu. Ben size mikro düzeyde örnekler veriyorum. Vazgeçtim Doğan Holding, Koç Holding, Sabancı, Boyner falan. Böyle bir ortamda siyaset yapılmaya çalışılıyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde değişik bir finansman modeli uygulandı. Adaylar bağış toplandılar. Bu bizim alışık olmadığımız bir sistem. Bu sistem sizce doğru düzgün çalışabildi mi?

İyi bir başlangıçtı. Sözümün başında şunu söylemeliydim: Biz yardımdan yana bir parti değiliz. Milletin vergilerinden alınan para, partilere verilmemeli. Partiler vazgeçilmezse gitsin yandaşından, seçmeninden, destekçisinden bağış alsın. Aidatını toplasın. Kim ne topluyorsa ciddi bir şeffaflık içerisinde onunla siyasetini sürdürsün. Fakat Hazine Yardımı Kanunu değişene kadar bunun adil olması gerekir. Biz savunmamızda “Havuzda bu kadar para var. Bu kadar da seçmen var. Ben de son seçimde bu kadar oy almışım. Herkese 30 lira adam başı veriyorsun. Bana da 100 bin çarpı 30 ver. Ben katrilyonlar istemiyorum. Benim seçmenimin payını bana ver” diyoruz.  

İdeali Cumhurbaşkanlığı seçimindeki sistem gibidir. Ama her şeyden önce Türkiye’de hukukun geri gelmesi lazım. İnsanların başıma bir şey gelir endişesiyle bağış yapmaması lazım. İnanarak, güvenerek yapması lazım. Böyle bir demokratik hukuk ortamı olması lazım. 

Oradan 2016’da olacak ABD Başkanlık Seçimleri’ne geçmek istiyorum. Bu seçimlerde Donald Trump’ın bir ifadesi var. Aslında ABD sistemini de eleştiriyor. “İş adamı parayı verir, siyasetçi yapar. Ben kendi paramı harcadığım için en özgür siyasetçi benim aslında.” diyor. Siyasetçi ve iş adamı arasında dönen bu çark için ne düşünüyorsunuz?

Bunun sistem içerisinde demokratik bir denetimi vardır. Trump’ın rakipleri, bu söylediği kamuoyunda olumsuz algılanıyorsa, mutlaka tartışma programlarında gündeme getireceklerdir. Getiriyorlar da. Amerikan siyasetinde en son yapmak isteyeceğiniz şey, kampanya finansmanında hile hurda ya da yanlış bilgi vermektir. Siyasi hayatınızı söndürürler. İkincisi, Amerikan sisteminde hiçbir siyasi partiye ya da herhangi kademede bir adaya hazineden para gitmez. Sadece ve sadece Başkan Adayları’na gider. Onlara gidecek para da şöyle belirlenir. Her Amerikan vergi mükellefi, o sene 5 dolar kazanmış adam bile, 15 Nisan’da devlete bir beyanname gönderir. “Ben bu sene bunu kazandım. Bana kalan para şu kadardır. Benim vergim bu kadardır!” diye beyanname gönderir. O beyannamenin üst köşesinde bir kutu vardır. “Benim adıma, hazineden Başkanlık Kampanya Fonu’na 3 dolar gönderebilirsiniz!” Bu kutuyu işaretlersiniz ya da işaretlemezsiniz ama bu sizin verginizi arttırmaz. Yani 500 dolar verginiz varsa 503’e çıkarmaz. Bu sadece devlete, “Hazineden benim adıma 3 doları koy!” der. 100 milyon Amerikalı bunu yaptı diyelim. O havuzda o Başkanlık Seçimi için 300 milyon dolar para vardır. Ondan sonra devlet adaylara der ki, “Bu 300 milyondan pay istiyorsan dışardan ancak 150 milyon dolar bağış toplayabilirsin!” İki aday olduğunu düşünürsek. “150 milyon da ben sana veririm. Sen ne kadar bağış toplarsan, 150 milyona kadar, ben de onu karşılarım. Fakat 150 milyonu aşamazsın!” Onun için pek çok siyasetçi ben o parayı istemiyorum der. Çünkü “Ben dışardan 500 milyon toplayabilirim, bu sınırlandırmayı istemiyorum” der hazinenin parasını almaz. Donald Trump da kendi parasına güvendiği için aday olursa bu parayı almayacaktır. 

O model fena değil. Siyasetçiyi beğenen, belki makul bir çıkar bekleyen -ki bu da kötü bir şey değildir- lobi grupları kötü bir şey değildir. Lobicilik Türkiye’de olumsuz algılanır. Çünkü biz büyürken Ermeni Lobisi, Yahudi Lobisi ile büyüdük.

Kapalı kapılar ardında kötülük düşünen insanlar!

Aynen öyle. Aslında Amerika’da bir siyasetçiye sorduğunuz zaman; “Lobicilik bana bedavadan bilgi akışıdır!” der. Herkes gidip kendi tezlerini anlatır. Araştırmaya gerek duymazlar.

Siyasetin finansmanında yerel yönetimlerin rolünü sormak istiyorum.

Siyaset yerelde başlar. Bu sorduğunuz sorunun denetleyicisi millettir. Bilinçli halktır. Yerel seçim, Meclis seçiminden daha önemli bir seçimdir. Yerel seçimden üç gün sonra, bir siyaset okulunda 300 kadar öğrenciye sordum. “Oy kullandınız mı?” Hepsi elini kaldırdı. “Tamam, şimdi bana kimler oy verdiğiniz Belediye Meclis üyelerinin isimlerini söyler?” Herkes bihaber. Oysa belediye meclis üyesi, milletvekilinden daha önemli işlere imza atıyor. Yaşadığın caddenin temizliğinden tut, aydınlanmasına; evinin yanına oto tamirhanesi mi açılacak, süpermarket mi açılacak o karar veriyor. Otoparkın olacak mı, olmayacak mı; ağaç dikilecek mi, sokak tek yön mü olacak? Bu bilince erişmeden yerel yönetimlerde dönen üçkâğıdın önüne geçemeyiz. Arzuladığımız sistem dar bölge sistemiyle seçilmiş Belediye Meclis üyeleridir. Ama halk kurt, kuş, kuzu basıyor mührü, sonra bırakıyor peşini. Yerel yönetimlerde finans aktarımı çok daha kolay oluyor. “Partiye bağış yaparsan ihaleyi alırsın, belediyeyle çalışabilirsin!” Bu üçkâğıdın önüne hukukla geçeceksiniz. Bu rüşvetten başka bir şey değil. Bu siyasette haksız rekabeti daha da arttıran bir durum. 

Son olarak çok konuşulan “Daha bayrakların taksiti bitmedi” tweetinizi sorayım. Aslında bu bile ekonomik zorlukların hem çok derin olduğunu hem de kısmen de olsa aşılabileceğini gösteriyor. Siz sosyal medyayı bunları aşmak için de kullanıyorsunuz.

Sosyal medya, bizim gibi partilerin miting alanıdır. Bizim Kadıköy Meydanımız, Kazlıçeşmemiz Twitter’dır, Facebook’tur, Periscope’tur. Ekşi sözlüktür. Biz paramız olsa da bu tip mitinglere sıcak bakmıyoruz. Bindirilmiş kıtalar… Zoraki otobüslere bindirilmiş insanlar… Fakat kapalı salon toplantılarını, soru cevaplı birebir ilişki kurarak yaptığınız siyaseti tercih ediyoruz. Herhalde yarın bir gün yardım alsak da bu yöntemi değiştirmeyiz.

0 comments on “CEM TOKER: SİYASİ PARTİLERE DEVLET YARDIMI YAPILMAMALI

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: